Ana Sayfa Çalışma Hayatı Sendikacı-yazar Akalın: “Sendika ve sendikacılıktan söz etmek bir ütopya”

Sendikacı-yazar Akalın: “Sendika ve sendikacılıktan söz etmek bir ütopya”

Sendikacı - yazar İlhan Akalın, Koronavirüs (COVID-19) pandemisi nedeniyle son günlerde evden çalışmanın yaygınlaşmasına değinerek bugün sendika ve sendikacılıktan söz etmenin bir ütopya olduğunu ifade etti.

Uzun yıllar Sosyal-İş Sendikası’nda çalışan, sendikal hareket içinde ve dışında mücadele eden İlhan Akalın ile Türkiye’deki sendikacılık tarihini ve sendikal hareketi konuştuk. Sendikacı- yazar İlhan Akalın, sendikaların yapısı gereği sendikalardaki bürokratik yapının önüne geçilemeyeceğini söyledi ve “Yasaların da verdiği birtakım kısıtlamalarla artık patronla sendika pazarlığa girişemiyor. Asgari ücret komisyonunda olduğu gibi her şeyi başkaları belirliyor. Ne sendika yönetimi ne de patron artık klasik anlamda TİS yapabilme durumunu kaybettiler” dedi.

Dünyada ve Türkiye’de sendikal mücadelenin bugünkü durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bugünkü durumu değerlendirmek için geçmişin özetini yapmak gerekiyor. 1960’lı yılların ülkemizde bir özelliği var. Cumhuriyet’in kurulmasıyla başlayan sanayileşme döneminde, sanayimiz daha çok kamu kuruluşları şeklinde geliştiği için bir anlamda kamu işçileri de sınıf bilincinin dışında, devlete bağlı bir anlamda kamu işçisi konumuna gelince sınıf veya sermaye, çalışan, çalıştıran ilişkisi hem hukuken yasaklandı hem de pratik yaşamda bu tür bilgiler maalesef gelişmedi. Cumhuriyet’in bir sendikacılık damarı vardı. Bu damar 40’lı yıllarda, özellikle 44- 45 yıllarında gelişti. O dönemde çok partili döneme geçiş nedeniyle partiler kurulmaya başlanınca sol cenahta da iki parti kuruldu. Sosyalist ya da sosyalizan tavırlı iki parti, aynı zamanda kendi çevrelerinde sendikalar kurmaya başladılar. Partilerden biri, her iş kolunda sendika kurdu. Sonra iş kollarında federasyonlar kurmaya başladı. Diğer parti, iş yeri sendikaları kurdu. İş yeri sendikalarından da konfederasyona giden bir tavır içindeydi. Ancak, bu çalışmalar bir yıl kadar sürdü. Bir yıl sonra hem partiler hem sendikalar kapatıldı. Türkiye’de sendikacılık yine devlet eliyle 50’li yıllarda başladı. 1952’de Türk- İş Konfederasyonu kuruldu. Aslında “kuruldu” değil, kurduruldu demek gerekiyor. Çünkü İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra işçileri sendika kavramı çerçevesinde zapturapt altına almak için ABD’nin öncülüğünde Dünya’da sendikaların kurulmaya başlandığını ve bize komşu Yunanistan’a kadar Avrupa’yı kat edip geldiğini, kapımıza dayandığını görüyoruz. O dönemde Demokrat Parti iktidarı, sendikalara sıcak bakmıyordu ama yine ABD’den bazı yardımlar alınıyordu. Bu yardımların alınabilmesi için sendikal şart da ortaya konulunca mecburen ABD’nin güdümünde Türk-İş Konfederasyonu kuruldu. Sonraki yıllarda sendikacılar Amerika’ya götürülüp getirildi ve Türkiye’de ismi daha sonra Amerikan sendikacılığı ya da ücret sendikacılığı olan sendikalar kuruldu. 60’lı yıllara gelindiğinde durum biraz değişti. 60’tan sonra Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) kuruldu. Montaj sanayi dediğimiz ithal ikameli sanayiler kurulmaya başlandı. Bu iş yerlerinde artık devlet zihniyeti dışında kar amaçlı çalışmalar yapıldığı için işçiler daha zor şartlarda çalışmaya zorlandılar. Kamu kuruluşlarında çalışanlar aslında haklı birtakım eleştirilere tabi tutulurlardı. Mesela denirdi ki; kamuda bir yumurtayı 40 kişi taşır. Gerçekten de kamu iktisadi kuruluşlarında işçi yığılmaları oluyor, hem randıman düşüyor hem de bu eleştirilere haklılık kazandırıyordu. Özel iş yerlerinde şartlar zorlanmaya başlanınca, haksız rekabeti de göze alan işverenler işçilere değişik ücret skalaları uygulamaya başladılar. 1961 Anayasası’nın getirdiği ve 1962 yılında Ecevit’in Çalışma Bakanı olduğu dönemde 274 ve 275 sayılı sendika ve sendikalar kanunu, toplu sözleşme ve lokavt kanunu çıktıktan sonra işçiler daha sıkı örgütlenmeye başladılar. 1961 yılında kurulan Türkiye İşçi Partisi’nin de desteğiyle 1967 yılında DİSK kuruldu. 1962 yılında Sosyal Sigortalar Kurumu’nda (SSK) çalışmaya başlayınca böyle bir ortamda çalışmaya başladım. Şuna tanıklık ettim: Benimle birlikte müfettiş olan genç arkadaşlarla bizden önce müfettişlik yapan ağabeyimiz durumunda olanlar arasında görüş farklılıkları vardı. Onlar daha çok, aslında kanun da buna izin veriyordu, işçilerin sigortalı olmalarının sağladığı yararları değil, SSK’nin kazançlı çıkması için çaba harcıyorlardı. 1965 yılında da tek işçi çalışan iş yerlerinde de sigorta uygulanmaya başladı. Kapsam genişletildi, ondan önce 4 ile 12 işçi çalışan iş yerlerinde sigorta kanunları uygulanıyordu. Bu durumda sosyal sigortaların uygulandığı alan genişledi. Buna rağmen, bizim eski müfettişler yine Kurum’un kazancı için çaba harcıyorlardı ve mevzuat da buna uygundu. Biz bunun üzerine işçilerin gerçekten sigortalı olmalarını sağlayacak yöntemler uygulamaya başladık. İş yerine gidiyorduk, çalışan işçilerin isimlerini tespit ediyorduk. Hangi tarihten itibaren çalıştıkları, ne kadar ücret aldıklarını kayda geçiriyorduk. Hep şöyle bir durumla karşılaşıyorduk: Biz gittiğimiz gün işçiler çalışmaya başlamışlar, sanki ondan önce çalışmaları yok. Biz tabii bu işe biraz zora dayalı işçileri, patronun görmediği yerlerde sıkıştırıp ne zamandan beri çalıştıklarını vs. tespit ederek işçilerin gerçekten çalıştıkları sürenin tamamında sigortalı olmalarını sağlayan tespitler yaptık. Bu tespitler hem patronları hem SSK’nin yetkililerini rahatsız etti. Fakat biz mücadeleden yılmadık ve işçilerin sigortalılıktan gerçekten yararlanmalarını sağlayan çalışmalarımızı sürdürdük. DİSK, kurulduktan sonra bu biraz daha sağlıklı işlemeye başladı. Böylece hem konfederasyonlaşmamız sağlandı hem de işçilerle yakınlık sağlayıp onlarla diyalog kurma şansımız çoğaldı.

“70’li yıllarda işçi- memur ayrımı kalktı”

1969’da SSK’de çalışan müfettiş ve şefler dahil, bir sendika kurduk. O dönemin mevzuatına göre, kamu kurumunda çalışanların, kamu iktisadi kurumunda çalışanlardan hakları daha azdı. Kamu İktisadi Teşebbüsü’nde çalışanlardan biz genel bütçeden pay almadıkları için işçi olduklarını iddia ediyor ve bu yönde çalışma yapıyorduk. Nitekim o dönemde halen 3008 sayılı iş kanunu yürürlükteydi. İş Kanunu’nun işçi tanımında şöyle bir madde vardı: Bedenen veya bedenen çalışması fikren çalışmasından da üstün olanlar da işçidir diyordu. Bu durumda biz SSK’de çalışan şoförler, odacılar, aşçılar, fiş memurları v.d.’nin işçi olduğuna yönelik davalar açmaya başladık ve iş mahkemeleri de bunların işçi olduğuna dair karar verince SSK’de çalışanların büyük bölümü işçi statüsüne geçti. Bu durumda onlarla toplu iş sözleşmesi (TİS) yapmak durumunda kaldı. Bu tarihten sonra işler biraz karıştı. Çünkü işçi – memur ayrımı diye başlattığımız ve kamuda çalışan işçiler dışında kit’te çalışanların tamamının işçi sayılması hem iktidarı hem de TÜRK-İŞ sendikacılarını rahatsız etti. Şöyle düşünün: Karayolları diye bir kuruluş var. Bu karayollarının her ilde bir bölge müdürlüğü var. Bölge müdürlüklerinde memur gibi çalışan büro elemanı Emekli Sandığı’na tabii, inşaatta, yolda çalışan şoför vs işçi. Bundan biz de işçiler de rahatsızlık duyuyordu. Ama hem sendikalar hem de Devlet bunun böyle sürmesini istiyor. Hal böyle olunca, sendikaları yanımıza alamadık. Sendikalar karşı çıktı ve bu mücadele 70’li yıllarda iyice tavsadı. İşçi- memur ayrımı konusu rafa kalktı. Bu arada da montaj sanayi çok geliştiği için artık ülkede fiilen işçi sayılanların sayısı da artmaya başladı. Artık bu dönemden sonra da TÜRK-İŞ- DİSK çekişmesi gündeme geldi. Bu çekişme çerçevesinde işler artık, çığırından çıktı demeyelim de yozlaştırılmaya başlandı. Bu arada DİSK’in önemli ölçüde kazanımlar sağladığını ve bu kazanımların işçilere bir ölçüde güven verdiğini söylemek gerekiyor. Bu güvenle işçilerin hareketliliği artarken, kazanımları sürerken Avrupa’da başlayan ve Türkiye’ye de TÜRK-İŞ tarafından getirilen sosyal demokrat sendikacılık gündeme geldi. Sosyal demokrat sendikacılığı yürütenlerin başında Genel İş Genel Başkanı ve aynı zamanda CHP milletvekili Abdullah Baştürk geliyordu. O dönemde hem Adalet Partisi’nden hem de CHP’den milletvekilleri vardı. Bunlar zaman zaman birbirleriyle yakın işbirliğine girerlerdi; fakat 15-16 Haziran olayları diye bilinen hareket işi biraz daha ciddileştirdi ve siyasallaştırdı. İşte bu dönemde sosyal demokrat sendikacılık devreye girdi ve Abdullah Baştürk önce 4’ler Hareketi diye bilinen, sonra 12’ler Hareketi diye bilinen sosyal demokrat sendikacılığı yaymaya başladı. Ne gariptir ki, 1973 yılından itibaren Moskova kaynaklı “TKP”liler de Avrupa yoluyla özellikle de Fransa yoluyla Türkiye’ye girmeye başlamışlardı. Avrupa’da sosyal demokrat sendikacılarla devlet arasında anlaşma yapılmış ve işçilere bayağı iyi haklar verilmeye başlanmıştı özellikle ücret konusunda. Ücret konusu gündemde yükselince sosyal güvenlik gibi uygulamaların gevşediği ya görülmüyordu ya sallanmaya çalışılıyordu. Bu durumda 4’ler ve 12’ler raporu da CHP’nin öncülüğünde diyebileceğimiz bir şekilde sosyal demokrat sendikacılığı Türkiye’ye getirmeye başladılar.

Tabii bu DİSK’in beşinci kongresi ile, demin de sözünü ettiğim görüşlerin, Moskova’dan Avrupa’ya, Avrupa’dan Türkiye’ye gelen sosyal demokrat sendikacılığın görüşleriyle DİSK’in görüşleri arasında çatışma beşinci Kongre’de önlendi ve Kemal Türkler ve ekibi sosyal demokrat sendikacılığa meyleden kararlar almaya başladılar. Avrupa’dan elemanlar getirttiler, artık sendikaları sendikaların seçimle iş başına gelen yöneticileri değil, Avrupa’dan ithal edilen bu yöneticiler yönetmeye başlamışlardı. Bu arada tabii beşinci Kongre’de Baştürk ile Türkler’in yakınlaşması veya Türkler’in sosyal demokrat sendikacılığa yaklaşması meseleyi biraz daha zor duruma soktu. Yani sınıf sendikacılığını zor duruma soktu.

Bildiğimiz 12 Eylül”

Aynı tarihlerde 1975 yılında, Türk-İş bir karar alarak Genel – İş Sendikasındaki çeşitli iş kollarında aynı sendikada örgütlenme şartını değiştirdi. Her sendika belirli bir iş kolunda kuruluyor. Genel İş’in bir farkı var: Belediyelerde çeşitli iş kolları var. Genel İş iş kolunda bütün işçiler aynı sendikada örgütlenebiliyorlar. Yani Genel İş’in içinde hem elektrik iş kolunda hem ulaşım, hem sanayi iş kolunda işçiler var. İş kolu yönetmeliği değişti ve “Genel İş’te sadece hizmet işçileri olabilir” hükmü getirildi. Bunun üzerine 125 bin üyesi bulunan Genel İş’in 25 bin üyesi kaldı. 100 bin üye Yol İş’e gitti, sanayi iş koluna gitti. Yani iş kollarına hepsi dağıldı. Bu durumda Genel İş, TÜRK-İŞ’ten istifa etti. İstifa ettiğinde 25 bin üyesi kalmıştı ama hala 125 bin üyesi olduğunu iddia ediyordu ve bu arada DİSK’in 1977’de genel kurulu gündeme geldi. Genel İş, DİSK’e üye oldu. 125 bin üyeye sahip olmak nedeniyle 125 bin üyenin delegesiyle katılmış oldu. Sendikalar DİSK Kongresi’ne üye sayısına göre delege gönderiyorlar. Genel İş 125 bin üyesiyle en çok delege gönderen sendika oldu, bunu destekleyenler de oldu ve Baştürk DİSK’in Genel Başkanı oldu ve böylece DİSK de sınıf sendikacılığı ilkelerinden tamamen kopup sosyal demokrat sendikacılığına ya da ücret sendikacılığına dönüştü. ‘77’den 12 Eylül’e kadar bugün çatışma, çelişki ve genel olarak da işçilerin hem sendikal hakları hem de çalışma şartları azala azala 12 Eylül’e gelindi. 12 Eylül’e geldiğimizde artık ne sendika kaldı ne de sosyal demokrasi kaldı. Bildiğimiz 12 Eylül. Bugüne gelişin başlangıcı 12 Eylül’dür. Ne sendika vardır ne sendikal mücadele vardır. Ama bir başka başlangıç, 1989 yılında bahar eylemleri değimiz eylemlerle başlar. Yalnız Bahar Eylemleri bir taraftan sokakta başlayan hareketliliği yani işçi hareketliliğini sınıf hareketliliğinden uzaklaştırırken, bir taraftan da mücadeleyi yaygınlaştırma aracı olarak olumlu olarak değerlendirmek lazım. Ama geçmişteki olaylardan en çok ders alan siyasal iktidarlar ya da siyasi güçler bunun da yolunu buldular ve iş kolu sözleşmesi adı altında yeni bir uygulamayı, daha önce vardı, daha yaygın olarak gündeme getirdiler. Bir de iş kolu sözleşmesi, iş kollarında en çok üyeye sahip olan üyelerle işveren sendikası arasında bir sözleşme yapılıyor. Mesela, en çok üyeye sahip hangi sendika var, çoğunlukla TÜRK-İŞ sendikaları, tabii bu sırada başka konfederasyonlar da kuruldu. Bir iş yerinde yapılan toplu sözleşme, o iş kolunda kurulu bütün iş yerlerine uygulanıyor. Dolayısıyla diğer iş yerlerinde çalışan işçiler, başka sendikaya üye olsalar da yeni sözleşme yapılmadığı için bu yapılan iş kolu sözleşmesi hükümlerine uyuyorlar, uymak zorundalar. Bu iş kolu sözleşmesi ise; çok düşük düzeyde bir sözleşme ve böylece artık Türkiye’de 90’lı yıllardan itibaren TİS kıymetten düştüğü gibi, işçilerin de mücadele etme azimleri kırılmış oldu. Bana göre 90’lı yılların başından itibaren sendika ve sendikacılık ve işçi tanımı itibariyle sınıf yapısına sahip işçilerin de bu yapıdan uzaklaşmaya başladıkları bir döneme tanık oluyoruz.

Bugün gelinen noktada, çok dar bir çerçevede çalışan işçilerimizin dışında sınıf bilinci ve sendikal bilinci olan işçilere rastlamak mümkün değildir.

“Artık sendika ve sendikacılıktan söz etmek bir ütopyadır”

Sendikalardaki bürokratik yozlaşmanın nedeni nedir? Bunun önüne nasıl geçilebilir?

Bunun önüne geçmek mümkün değil. Yani yapı bunu gerektiriyor. Sınıf kavramının hem çelişkilenmesi hem yozlaşması hem de sınıfın tanımından bazı faktörlerin öne çıkmasıydı. Bir iş yerinde çalışan elektrik mühendisi ile bir tezgahtar aynı kafa yapısında değildi. Düz işçi mühendisi dev aynasında görür; mühendis işçiyi horlardı. Şimdi iş yerleri öyle bir düzeye geldi ki; artık hem iş yerinde çalışma alanlarında demin örneğini verdiğim gibi mühendisle işçi arasında statü farkı azalmaya hatta yok olmaya başladı. Yani artık iş yerinde çalışan düz işçi de bir mühendis kadar kariyer sahibi ve ücret alıyor. Eskiden ücret skalası çok farklıydı; işçi bir alıyorsa, öbürü dört veya beş alıyordu. Halbuki şimdi, aynı seviyede ücret alıyorlar. Dolayısıyla, çok değişiklikler oldu bu zaman zarfında. Bu söylediğim de bunlardan biri. Elbette sendikacı dediğimiz kişi de işçilerin içinden çıkan bir kişi olmak durumunda. Yani önce iş yerinde çalışacak, sonra iş yerinin temsilcisi olacak, temsilci olarak, sendikanın şube genel kuruluna katılacak, genel kurul delegesi seçilecek, genel kurula gelip başkan ya da genel yönetici olacak. Eskiden öyleydi. Şimdi bu da kalktı ortadan. Sendikalar eskiden bir ya da iki yılda bir genel kurul yapıyorlardı. Şimdi üç – dört yılda bir yapıyorlar ve gelen bir daha gitmiyor. Gelen kendi kadrosuyla beraber geliyor. Dolayısıyla böyle bir yapı olunca sendikacılığın artık bürokratik yapısının ötesinde tabii yasaların da verdiği birtakım kısıtlamalarla artık patronla sendika pazarlığa girişemiyor. Asgari ücret komisyonunda olduğu gibi her şeyi başkaları belirliyor. Ne sendika yönetimi ne de patron artık klasik anlamda TİS yapabilme durumunu kaybettiler. Kaldı ki, sendika ve işçilerin en önemli silahı olan, buna silah demek gerekiyor, grev hakkı da artık kısıtlandı. Yasal olarak kısıtlamalar bir tarafa, bütün zorluklar aşılarak grev kararı alınsa bile Hükümet 30 yıl, 60 yıl erteliyor. Artık sendika mücadelesini sınıfın içindeki klasik anlamda işçi tanımının değişmiş olması hatta işi biraz daha ileriye götürelim: Bugün artık evden işe gitmeden çalışma şartları sanayide bile gelişmeye ve yaygınlaşmaya başladı. Tüm bunlar bir araya gelince artık sendika ve sendikacılıktan söz etmek bir ütopyadır.

Sendika gündemlerinin belirlenmesinde işçiler söz sahibi mi?

Bir zamanlar söz sahibiydi. Bizim sendikadan söz edeyim: Sosyal İş Sendikası. En üst organ: genel kurul. Genel kurula gitmeden önce şube genel kurulları yapılır, ondan önce de iş yeri kurulları toplanırdı. İş yerlerinde sendikalı olsun olmasın bütün işçileri toplardık. Çünkü “kapsam dışı” diye bir hüküm vardı. Yönetim kademesine yakın olan çalışanlar sendika üyesi olamazlardı. İşlerin nasıl gittiğini, ücret skalasının nasıl yürüdüğünü, kayırmacılığın olup olmadığını, dertleri neyse dinlerdik. Bunları şube kongresine getirirdik, orada iş yeri temsilcileri konuşup karar alırlardı. Genel Kurul’a gelirdik, Genel Kurul’da önümüzdeki iki ya da üç yıllık dönemde neler yapılacağı belirlenir ve kongre yapılırdı. Artık bunların hiçbirine gerek yok. Çünkü grev kararı alınsa bile uygulama şartlarının ortadan kalktığı bugünkü düzende sendikacılığın bazı yerlerde üye olmak veya delege göstermek veya oralarda söz sahibi olmak dışında bir ağırlığı da fonksiyonu da yoktur.

AKP’nin ekonomi politikaları, sendikal hareketi nasıl etkiledi?

AKP’nin ekonomi politikaları 2002 yılından bu tarafa katlana katlana hep işçilerin, emekçilerin aleyhine işledi. Gelinen son noktada işçilerin haklarını gözetmek ya da onu düşünmek yerine, Devlet’in gerçek anlamda bekası diye bir sorunun olduğu ve bu sorunun Cumhuriyet ilkelerinin, demokrasinin, laikliğin, sosyal devletin hatta devletin temel ilkelerinin hiçbirinin etkili olamayacağı bir aşamaya geldiğini görüyoruz. Son günlerde özellikle Diyanet İşleri Başkanı’nın getirdiği çapsız, ahlaksız bir kavram nedeniyle ve bu kavramı eleştirenlere karşı devletin topyekun birleşerek Cumhurbaşkanı- Parti Başkanı ile, trol ve gazetecileriyle saldırıya geçtikleri yerde din devletinin temelleri atılıyor. Belki de biz bu Ramazan Bayramı’nda din devletinin ilk bayram namazını falan kılacağız.

“Türk sendikacılığı, tüm renkleri taşıyan bir yapıyı yaşadı” 

Türk sendikacılığının başlıca özellikleri nelerdir?

Bu özellikler baştan beri söylediğim gibi değişe değişe geldi. Mesela 1946 sendikacılığında ilkeler sınıf sendikacılığıydı. Her iş kolunda bir sendika ve konfederasyon görüşüydü. Çünkü federasyon görüşü, konfederasyon görüşünü reddeder. Yani konfederasyon görüşü federasyon olmadan, aynı iş kolunda kurulan sendikaların bir federasyon altında toplanmalarını öngörür. Diyelim ki; aynı iş kolunda Ankara’da, Sivas’ta, Diyarbakır’da sendikalar kuruldu. Bunlar kendi iş kolundaki federasyonu oluştururlar. Halbuki konfederasyon, federasyon olmadan sendikaların doğrudan doğruya konfederasyona katılması olayıdır. Bunların hepsini Türkiye yaşadı. Bugün yine konfederasyon olayı egemen. Yani federasyon yok. Federasyonlar daha çok 1972’den sonra dağılmaya başladı. Dağılan federasyonlardan yeni sendikalar çıktı. Bu yeni sendikaların bir kısmı başka konfederasyonlara katıldı. Hem DİSK’e katılan oldu, hem TÜRK-İŞ’e katılan oldu. Daha sonra HAK-İŞ diye bir konfederasyon kuruldu. Şimdi en büyük konfederasyon o galiba. Dolayısıyla, başlangıcından bugüne dünya sendikacılığında var olan bütün renkleri taşıyan bir yapıyı Türkiye yaşadı.

“Gezi’nin ruhu, sendikal mücadele ruhunun üstünde”

İşçi sendikaları Gezi Direnişi’ne neden müdahil ol(a)madı?

Gezi Direnişi’nin ruhu aslında dönemin sendikal mücadele ruhunun çok üstünde ve gerçeklere dayanan bir hareketti. Direniş’in ruhu her türlü ayrımcılığı reddeden ve Türkiye’de belki de o ana kadar en yüksek düzeye ulaşan bir gerçekçilik ruhuyla işe başladı ve devam etti. Ne sendikalar ne pek çok kuruluş bu yapının içine girmeye ne cesaret etti ne de yapı kendisine sızmaya çalışan pek çok görüşe izin verdi. O kadar saf ve hedefine uygun hareket etti ki; hiçbir dönemde devletin gücüyle çatışmaya girmeyen bir çatışma ruhu doğdu. Bunu özellikle Ankara’da yaşadık. Bence yenilgiye uğramadan sonuçlandı. Devlet gücü 7 yıl geçmesine rağmen, bu 7 yılda dava açma cesaretini gösteremedi. 7 yıl sonra hiç ilgisi olmayan, aslında Gezi Direnişi’nin yanında olmayan hatta zaman zaman bu direnişi eleştiren Osman Kavala hakkında Gezi Direnişi nedeniyle dava açıldı ve işin garibi bu davadan beraat etti hem Kavala hem de diğerleri. Tahliyesine karar verildi ama başka nedenlerden geri aldılar Kavala’yı.

İlhan Akalın kimdir?

Tokat’ta 1938 yılında doğan İlhan Akalın, üniversite öğrenimini İstanbul’da ekonomi alanında tamamladı.

1963-1972 tarihinde Sosyal Sigortalar Kurumu’nda (SSK) Sigorta Müfettişi olarak çalıştı.

Aynı yıllarda SSK bünyesinde kurulan Sosyal- İş Sendikası’nın Yürütme Kurulu’na Eğitim Genel Sekreteri olarak seçildi. Bunun üzerine, müfettişlik görevinden istifa etti.

1975 yılında ikinci kez kurulan Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) kurucuları arasında yer alan Akalın’ın birçok dergi ve gazetede yazıları yayımlandı.

Akalın bugüne kadar, TİP ve Türkiye Komünist Partisi’nde (TKP) çeşitli görevler üstlendi.

İlhan Akalın’ın günümüze kadar yayımlanan kitapları ise şöyle:

İşçi, Sendika, Tarih

DİSK Kısa Tarih (1960- 1980)

Sendikal Kavramlar

Sendikaların Mahzun Öyküsü

Eğitim İçin Notlar

Dersimiz EVRİM

Geçici Zaman Diliminde Yaşam (öykü)

Sürgün – Trablusgarb Kalebendleri (roman)

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz